Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yap  

 

 Türkçe (Kadro, Sayı 9, Eylül 1932)

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
onur

onur


Mesaj Sayısı : 124
Kayıt tarihi : 19/07/09

Türkçe (Kadro, Sayı 9, Eylül 1932) Empty
MesajKonu: Türkçe (Kadro, Sayı 9, Eylül 1932)   Türkçe (Kadro, Sayı 9, Eylül 1932) EmptyPaz Ağus. 02, 2009 2:10 pm

Türkçe

Ne zaman Türkçe’nin ıslah ve tedvini işi ortaya atılsa, daima, Pleiades devrine mensup Fransız şairlerinden birinin şu sözü hatırıma gelir: “Zavallı Fransızcacık; bakımsız, cılız fidan!.” Bundan yüzlerce yıl evvel yazılmış bir risaleden bu yarım cümle bugünkü Türkçe hakkındaki hissimin sadık bir ifadesidir.

***

Zavallı Türkçe; bakımsız, cılız...” Lâkin. Türkçe bir fidan değil ki...

O, bir kocaman çınardı. Önce arabiyat ve acemiyat mutasallıflarının, sonra da, bizim, biz frengiyat snoplarının elinde bir melez lehçe haline girdi. Saffetini kaybetti. Kuvvetten düştü. Kendine uygun olmıyan kalıplar ve kılıflar içinde kötürümleşti. Sarardı, soldu, nihayet, bugün elimizde bulunan amelimanda battal âlet şeklini aldı.

***

Halbuki, Pleiades şairinin “bakımsız, cılız fidan” dediği şey, şimdi cihana dal budak salmış gürbüz, meyvedar bir ağaçtır. Her dalından bir başka yemişin balları akıyor, ve, gölgesinde yüzlerce yabancı lehçeyi barındırabiliyor.

***

Bundan bir kaç asır evveline kadar bu devrin emsalsiz bir ilim ve felsefe dili olan Almanca bir vahşî ormandı. Rönesans ışığıyle kafaları nurlanmış olan yüksek şahsiyetler buraya girmekten çekiniyordu. Luter’in güzel dilinden, yalnız, cahil keşişlerle, kaba köylüler anlıyordu. Rasional kıymetlerin yegâne neşir, ifade ve mübadele vasıtası Lâtince idi. Büyük Ferederik’in Almanca’dan ziyade Fransızca konuştuğunu ve bu lisanla okuyup yazdığını biliriz.

***

Bugünkü İtalyanca, Petrarka’lardan, Dante’lerden D’Annuncio’lara kadar edebî kültürün en harikulâde semerelerini veren İtalyanca, ancak avam denilen umumî halk tabakalarının basit ihtiyaçlarını, basit düşüncelerini tebliğa kadir bozuk düzen bir lehçe taslağı telâkki ediliyordu. Petrarka bu dille söylediği bazı şiirlerini bir ayıp gibi saklıyordu. Lâkin, bugün, Petrarka’yı, atî nesilleri Lâtince yazdığı şiirlerinden ziyade bu beğenmediği eserleriyle tanıyor. “İnferno” denilen tunçtan âbide bu malzeme ile kurulmuştur.

***

Ya Avrupa’nın şarkındaki edebî mucizenin kendiliğinden mi oluverdiğini zannedersiniz? Eğer Büyük Petro devrini müteakip muasır Rusça halk dilinden toplanmış kelimeler, tâbirler ve metaforlarla, sarf ve nahiv husussiyetlerile yeni baştan tedvin edilmemiş olsaydı Puşkin’lerin, Gogol’lerin, Tolstoi’lerin meydana gelip yetişmelerine imkân ve ihtimal hasıl olabilir miydi?

***

Bizce, bugün edebiyat sahasında millî Türk dehasının geçirmekte olduğu buhranın başlıca sebebi, işte, Türkçe’nin bu esaslar dahilinde tasfiye ve tedvin edilmemiş olmasıdır. Yetmiş yıldanberi, sade Türkçe’ye doğru attığımız bütün adımlara rağmen melezliğinden, çetrefilliğinden ve hantallığından hiç bir şey kaybetmiyen bu ham maddenin, bu gayrisafî külçenin adı ve mahiyeti gene Osmanlıca’dır.

Bir çok Arapça ve Acemce kelimeleri, Arap ve Acem kaidelerine göre yapılmış terkipleri atmış olmamız Türkçe’ye Türkçeliğini aslâ iade etmemiştir.

Bir dilin belkemiği o dilin kendi sentaksıdır. Muasır Türkçe’nin sentaksı ise Cevdet Paşa zamanında Arap nahvinden, son zamanlarda Fransız gramerinden çıkarılmış ahkâma göre tesbit edilmiştir ve bunun birinden on dokuzuncu asır kitabeti-resmiyeci’lerinin “inşa” tarzı, öbüründen de “Edebiyatı Cedide”nin alafranga uslûbu doğmuştur.

Eğer hakikati daha ziyade derinleştirirsek, -itiraf etmemiz lâzımgelir ki- en son devrin kalem erbabı, hemen ekseriyetle, Frenkçe düşünür, yani kafalarının içinde cümlelerini evvelâ Frenkçe teşkil edip, onu, sonradan, Türkçe’ye çevirirler. Büyük halk kütlelerinin bizim yazılarımızı anlamayışı, bir takım yabancı lûgatlar kullanmamızdan ziyade bu yüzdendir. Bütün medenî lisanlar arasında hesapsız kelime mübadelesi vardır. Elverir ki bu kelimeler yeni girdikleri dilin bütün millî şeraitine uysunlar.

***

Dil meselesinin yeniden ciddî ve katî surette mevzuu bahsolduğu bu sırada her şeyden evvel bugünkü Türkçe’nin illetlerini tesbit etmemiz lâzımgeliyor. Bundan yirmi sene evvel ortaya bir “yeni lisan” tabiri çıkmıştı. Bu çok yaşamadı. Yerini “güzel Türkçe”ye bıraktı. Sonra, sadece “millî dil” oldu. Bu cereyanın ne kadar mütereddit ve metotsuz bir şey olduğunu kendine tam uygun düşen ismi bir türlü bulamamış olmasından kolayca anlıyabiliriz.

“Yeni lisan”, “Güzel Türkçe”, “Millî dil” unvanlarını taşıyan bu cereyanın maksat ve gayesi gayet basit ve mahduttu:

Arabî ve Farisî kaidelerle yapılmış terkipleri atmak ve nazımda aruz yerine hece veznini kullanmak.

Bugün hepimizin yaptığı şey budur. Fakat, aradığımız, hasretini çektiğimiz Türkçe’den hâlâ meydanda eser yok. Bunu bulmak için ta eski Türkçe metinlere doğru uzun bir seyahat yapmamız lâzımgelir. “Kodatkobilik”de, “Dede Korkut “da, Türk nesrinin su katılmamış safî çeşnisini sezer gibi oluruz. Yunus Emre’de Türk nazmının erdiği kemali heyecanla görürüz. Sonra, serpintileri bugüne kadar gelen halk şiirlerinin çok defa yabanî ve iptidaî güzellikleri arasında doğrudan doğruya ruhumuzda çınlıyan sesler duyarız.

Yeni bir lisan yapmak, güzel Türkçe diye müphem bir hayalin peşinden koşmak neden? Türkçe, anamızın tatlı dili, bütün saffeti, bütün tazeliğiyle, dağbaşlarından akan kekik kokulu sular gibi, işte, şuradadır.

***

Yapma bir dilin, yapma bir edebiyatın duvarları arasında mahsur kalanlar bunu bir türlü göremiyorlar. Bizi uydurma Osmanlıca’dan, uydurma bir Türkçe’ye atmak isitiyorlar.

Türkçe, Arapça gibi, Lâtince gibi, Germanca gibi ana dillerden biridir. O muhtelif tekâmül merhalelerinden geçti ve kendi gövdesinden dünyaya bir çok lehçeler serpti. Onu, cihangirlik etmiş ve bir sürü medeniyet kurmuş bir ırk asırlardan beri konuştu, yazdı, okudu. Bugün, hâlâ, o ırkın evlâtları, muhtelif noktalara dağılmış ve birbirinden ayrı düşmüş olmalarına rağmen gene ayni müşterek şuurla, onu, konuşmakta ve okuyup yazmaktadır.

İşte, biz, Türkçe’yi, ayni zamanda, bu geniş ufkun içinde görüp anlamağa çalışmalıyız. Bu ise uzun ve sürekli bir ilim işidir. Biz, dil tetkikatını henüz Anadolu’da bile yapmamış bulunuyoruz. Halbuki, Anadolu Türk dilinin coğrafyasında bir küçücük koridordur. Asıl geniş tetkikler ve keşifler sahası bunun arkasındaki engin yaylalarda ve uçsuz bucaksız isteplerdedir.

Şimdiye kadar hangi Türk âlimi böyle bir uzun sefer zahmetini göze aldı?


Kadro, Sayı 9, Eylül 1932

Yakup Kadri
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Türkçe (Kadro, Sayı 9, Eylül 1932)
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Millî Kurtuluş Hareketleri ve Bunların İnkılâp Nazariyeleri (G. Safarof’a cevaptır) (Kadro, Sayı 9, Eylül 1932)
» Derebeyi ve Dersim (Kadro, Sayı 6, Haziran 1932)
» İnkılâbımız ve Hilâfet (Kadro, Sayı 1, Ocak 1932)
» İnkılâp Bitti mi? (Kadro, Sayı 3, Mart 1932)
» Halk Evleri (Kadro, Sayı 3, Mart 1932)

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Tarih :: Türk Devrim Tarihi :: Cumhuriyet'in İlk Yılları :: Kadro Yazıları-
Buraya geçin: